9 Aralık 2012 Pazar

Sırf Sıkıntı Değil Bazen

Bilinmezliğin tam da ortasında hissettiğim soğuk hava iliklerime işlemeye çok yakın, dilimde birkaç kelime çıkmak için zorluyor beni ama hayır. Bazen susmamın gerektiğini anladığım yaşlardayım. Konuşsam da anlamsız dediğim dakikalar belki de, sessizlik daha bir çekici. Kulağımdaki müzik daha içten duyduğum insan seslerinden. Hiç değilse istediğim zaman susuyor, konuşursa da hep istediğim sesleri kelimeleri çıkarıyor bana içinden, daha ne...

7 Kasım 2012 Çarşamba

O Gün Bugün

Fonda yine en sevdiğim çalıyor, günaydınım nar çiçeğim sevdiğim. Mutlu sabahların yağmur damlalarıyla buluştuğu dakikalarda yazmamak olmaz öyle değil mi?

Kalorifer yanmaya başladı diye bayram ilan ettik biz bugünü. Büyüdüğüm evde kalorifer yoktu, klima ile ısınan bir yuvada çizildi duvara boy çizgilerim. Düşünmesi gereken benim sanırım, nasıl bu kadar büyüdüm? Babamın elini tutup uyumaktan vazgeçmemişken, annemin elini tutmadan yürümeyi sevmezken büyümekten mi bahsediyor biri? Otur İrem, sıfır!

Kendi sınırlarım çerçevesinde yine geçemedim sınıfı, olgunlaştım lakin büyüyemedim ben içten içe. İçimdeki çocuk büyüsün istemedim hiç, her gün şekerler, çikolatalar, renkli kalemler, defterler alıyorum ona. Yaşananlar etkilemesin, kalıcı etki bırakmak isteyenler uzaktan yakından geçemesin diye.

Kupama sarıldı ellerim, polar sabahlığım bile ısıtmıyor bugün içimi derken birden telefon çalıyor, yüzümdeki aptal gülümsemeye nereden geldiğini şaşırtıyor.

Bu soğuk havada bir de sevdiğim kitabı alsam elime, alevlerin içine atsam kendimi. Dans etsem mesela, mızıkalar çalsa piyano eşliğinde. Endişelenmenin manasızlaştığı hayatta "belki bir gün" diyerek savursam kendimi sağa sola.

Çilek kokusu yayılsa bir de, hani şu annelerin temizleyip üstüne pudra şekerini bocalayıp önümüze getirdiklerinden.

Doğruyu yanıma alsam, karşımda diye rol yapsam, hiç kimse bilmese gerçeği. Biz sarılıp hayallere dalsak, gizli saklı birleşsek. Doğru değil mi ne de olsa, ondan gelecek zarar da kaderdir artık.

Kalın geyikli çoraplarım dile gelse de konuşsa: Yeter artık yerinde dur. Nedir bu heyecan? Söyledik ya bugün bayram, ısındı bugün içimiz günlerden sonra. Kavuştuk, diledik elde ettik. Sıra huzur ve mutlulukta değil bu sefer, kaderde. Örümcek mi olur, kader olarak mı kalır bilemem ama örsün ağlarını, içimiz ısınmış sonuçta, dokunmaz bundan sonra soğuk hayatlar, buz karakterler.

Kahvem bitiyor, yoksa devam ederdim. Bugünlük benden bu kadar, hoş geldin soğuk hava, hoş geldin sıcak dalga. Gökkuşağı mavisi, sütlü kahve ve pamuk şeker sizi seviyorum, yumuşamak çok güzel...



30 Ekim 2012 Salı

Ofsayt

Haberimiz yok tabi, kurup oynuyoruz, yazıyor çiziyoruz.
Kim ne derse desin duymuyoruz. Bildiğimiz yoldan elimizde mumla ilerleme çabası da cabası.
Görüyor muyuz yarını elbette hayır.
Pişmanlık yok lakin olabileceği korkusu had safhada.
Kalp mi tutmuş elden akıl mı belirsiz.
At gözlüğünden aynada kendimizi göremiyoruz bazen.
Diyorum ya akıl ofsaytta.
Belki gol atarım diye çabalıyor da nafile,
Sayılmayacak skorlara yer var mı hayatta?
Maç başına dönmek lazım bazen,
Pozisyonları unutup, faulleri görmezden gelip,
Yeniden başlamak lazım bazen...
Takım aynı kalsa da taktikler değişir...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Pamuk Kalp



Kalbin hızlanması kalemin hızlanması demek benim için, 
Neden diye soran kalbi yazmayı bilmeyendir.
Bilse durur mu eli?
Şelaleden akar gibi yazar,
Gürül gürül inletir hislerini... 
Durdurmak mümkün değil,
Zira ben susturabiliyor muyum elimi?
Gelecekte olmayacak bugünler,
Okuyarak tekrar yaşayacağız,
Sarılıp gülümseyeceğiz.
Bazen sincaplarla dolu bir parkta,
Bazen denizle güneşin kavuştuğu noktada,
Bazense sıcak yuvamızda karşılaşacağız anılarla.
Dolmayacak aşkla bakan gözler,
Huzura doyamayıp,
Yepyeni sayfalara yelken açacak.



16 Eylül 2012 Pazar

Biz Kışı Özledik



Sıcaklar uzaklaşıyor, mutlu günler daha da yaklaşıyor. Fotoğrafta da görüldüğü gibi ağzımızın tadı yerinde, yüzümüz gülüyor. Özledik kazakları giyip karda kışta yürümeyi, özledik sarılıp ısınmayı...


Yazı da severim ama kışın tadı bir başka, mum ışığında ısınan yürek, battaniye altında izlenen film, ellerimizi birleştirip ısınmak için tuttuğumuz kupa...



Sıkıldık şorttan, pikeden. Nerede çantamda taşıdığım şemsiye? Peki fotoğraf çekmeye çıkarken sardığım atkılar? Kaz tüyü yorganlarla birlikte gösterin kendinizi. Çok özledik.


Sıcak kanlı insanlarız, ısıtırız
Yanlışları düzeltmeye çalışır rüzgar,
Sımsıkı sarılırız.
Gözler dalıp gider,
Başımız aşkla doner.
Eller çatlayıp kanar bazen,
İmdada yetişir hayaller...

6 Eylül 2012 Perşembe

Toz Pembe

Kimine göre kısa bana göre uzun bir aradan sonra merhaba,
Bir mutluluk, belki de bir huzur yazısı kalpten dökülen ama yapmayacağım, yazmayacağım bu sefer. Neden mi? Korktuğum için kem gözlerden, üzülmemi bekleyenlerden.
Evet acıyor canım bazen fakat geçiyor hiç fark ettirmeden.
Her seçim birşeylerden vazgeçmek olduğu kadar, seçtiğin şeyi kazandığın anlamına da gelir.
İlkin optimist olmak gerekir.
Hani moralinin dibe vurduğu bir dakikada seni seviyorum mesajı gelir,
En daraldığın anda saksında açan çiçekleri görürsün...
Toz pembe olur işte aniden hayat.
Sen ona hangi taraftan baktığına bak.
Derdim yok diyene inanma,
Maskesiz yaşamaktadır tat...


14 Mayıs 2012 Pazartesi

Anneler Günü

Hediyelerden önemliydi birlikte zaman geçirmek, 
Geçiremeyenler de var diyerek,
Bazısı annesine sarılır bırakmaz gün boyu,
Öper koklar, kalbine sarar...
Bazısı mezarı başında okşar başını,
Toprağında açan kırmızı gül ile kutlar anacığını,
Bazısı uzaktadır, annesine yetmez boyu,
Telefonla, mektupla dokunmaya çalışır en sevdiğine.
Bir de seni bana 'o' verdi diyenler vardır,
Tanımak tanımamak önemsiz, kelimeler kifayetsizdir.
Kabrine gidilir,
Dua edilir, şükredilir.
El bastırılır yüreğe,
Doktor olsun, işsiz olsun,
Mühendis olsun, işçi olsun,
Yaşı, cinsiyeti yoktur,
Her anne en kıymetlidir,
Onu dünyaya getirene...


4 Nisan 2012 Çarşamba

Hayatın Amacı


     Yine herkeste farklı hisler uyandıracak bir konu ile karşınızdayım. Google'a hayatın amacı nedir diye sorabilen insanlarla dolu çevremiz. Belki birileri mantıklı bir cevap vermiştir diye arar dururlar saatlerce. En   baştan söyleyeyim, bu yazıdan da tatmin olamayacaklar. Van Gogh Alive sergisine gittim geçenlerde.
     Yaşarken sadece bir eserinin satılabilmiş olması, kıymetim öldüğümde mi anlaşılacak acaba sorusunu da aklıma getirmedi değil. Sergi beklentilerden çok farklıydı. Çünkü resimler dijital ortamda yerlere, duvarlara ve hatta tavana yansıtılıyordu. İçerisi nasıl kalabalık, bazıları ilgi ile yeri göğü takip ediyor, bazıları bağdaş kurmuş yerlerde oturuyor.
     Fonda elbette klasik müzik var, karanlığın içinden bir el tutuyor sanki elimi. Hayal aleminde dolaşır gibi, hayran kala kala dolaştım sergiyi. Farklı duvarlarda yazan anlamlı cümlelerle karşılaştım, ben daha okuyamadan kayıp gitti bazıları. Fotoğraf makinem imdadıma yetişti neyse ki. Fark ettim ki benim hayatımın amacının, hayat görüşlerimin bir bölümü duvarlarda gizlenmiş. Diyor ki mesela; hayatı bilmenin yolu birçok şeyi sevmektir. Hay ağzınla bin yaşa dedirtiyor bana. Sevin kardeşim, bırakın dostu düşmanı, insan olun sevgi dolun.
     Ben bu güzel cümleyi kalbimle tanıştırırken bir diğeri çıkıyor karşıma; her şeye rağmen ayağa kalkacağım, cesaretsizliğimden dolayı bıraktığım kalemimi alacağım ve çizmeye devam edeceğim. Zor dönemi oluyor elbette insanın hayatta, tamam kabul Van Gogh gibi kulağımı kesmedim -içimden de hiç gelmedi- ama benim de bunaldığım, isteklerimden vazgeçme noktasına geldiğim olmuştur. Lakin bırakmamışımdır peşini. Yazmaktan bile soğuttular bir dönem, bakın hala buradayım. Van Gogh ile tek farkımız o çizmeye devam edeceğim diyor, ben ise yazmaya.
     Hayattaki amaç kısmına geri dönelim, bakın ne diyor ünlü ressam: Hayattaki amacım, yapabildiğim kadar resim ve çizim yapmak. Yaşamımın sonunda "aşk" ve naif bir pişmanlıkla geriye bakıyor olacağım. Yine tercüman olmuş sanatçıya, aşksız sanat olur mu hiç? Yazdığından, çizdiğinden, bestelediğinden pişman da olabilir insan dönem dönem. Ama üstadın dediği gibi, sanatçının vedası bile naiftir, elveda diyen o yaratıcı elleri ise zariftir.
     Sanatı ile insanlara dokunmak isteyen bu adamla çıktığım yolculuğun sonuna geldiğimde birden yüksek bir ses işitiyorum, ben çoktan uzaklara gitmişken gözlerim bir yazıya takılıyor. "Sevgisiz yaşamayacağım", ben de diyor içimdeki ses, öyle bir bağırıyor ki, birileri duyacak diye ödüm kopuyor...

2 Nisan 2012 Pazartesi

Büyükada




Bu hafta sonu ne yapsak sorusu birden aklımda bir ışık yaktı, adalara gidelim dedim. Havalar yeni yeni ısınıyor, diğer adalar istediğim kadar renkli olmayabilir diye de Büyükada'yı görmek istedim. Nasıl olsa orada yaz kış hayat var, renk var, huzur var. Yoruyor İstanbul gürültüsü, hiç değilse Cumartesi yakın ama uzak bir yere gitmek istiyor insan. Başka zaman gideriz demedik, üşenmedik bu sefer, kendimize uygun bir sefer bulma ümidi ile Bostancı iskelesine yürüdük. Motorda başladı heyecan, çay bardaklarımız bile sarılmıştı birbirlerine, rüzgar üşütmüyordu avuçlarımızın içini. Heybeli'ye uğrayan motor bizi ayaklandırdı, fotoğraf makinelerimiz elimizde sallana sallana güzellikleri yakalamaya çalıştık, hayat boyu bizde kalsın istiyorduk bu kareler, bakıp bakıp mutlu olmak istiyorduk.
Rengarenk bilekliklerin, minik çiçek motifleriyle süslenmiş taçların arasından Büyükada'ya adım attık. Burnumda taze külah kokusu ve gözüme takılan rengarenk külahlar. Birinin üstü şekerlemelerle dolu, diğerininki ise fındık fıstık ile. Kendimi frenlemeye çalışırken görmemem gereken bir adama takıldı gözüm, elinde süzgeciyle lokma kızartan lokmacı amca. Yine dur dedim kendime, hepsinden yiyeceksin sabret.
Midem ile kafayı bozmama az kalmıştı ki at gübresi imdadıma yetişti, o nasıl bir koku. Adanın dört bir yanı atlarla dolu, faytonlarla sağlanıyor ulaşım. Biraz yürüyüş yaptıktan sonra faytonlu bir ada turu şart dedim içimden. İskenderun'da geçen 4-5 senemde sevdim faytonu, pek bir nostaljik gelir bana. Ben bunları düşünürken meydana kadar yürümüş olduk, esnaf her zamanki gibi kapı önlerinde, birbirleriyle sohbette. Antikacıya girelim dedik, farklı bir şeyler bulma ümidi ile. Adada boşaltılan yalılardan, köşklerden, Rum evlerinden çıkan malları satıyor kazıkçı amca. Biraz pazarlık sonunda çok zarif rakı bardakları ve çekmecede saklamalık çatal bıçak seti aldık. Kutusunu açıp açıp seyredeceğiz sanıyorum.
Elimde fotoğraf makinem, gözümde güneş gözlüğüm, sadece başımda tacım eksikti. Beğendiğim renkleri aradım tezgahta, pembe ve beyazı bir arada görünce atladım hemen, taktım başıma ve ben de diğerleri gibi prensese dönüşüverdim bir anda. Meydanda ünlü bir kedi var, birkaç aydır oradaymış ve hiç kıpırdamadan dururmuş. Yerde yüzüstü uzanmış, biblodan farkı yok. Onu her açıdan çekmek isterken rüzgar uçurdu tacımı, yokuş aşağı sürüklendik birlikte. Tacım önde, bense koşa koşa ardında.
Kavuşma anımızda önümde bir fayton duruyordu, ne kadara ada turu yaptığını sorduk, fiyatı kabul etmemiz için biraz kendisini övdü tabi. Adada doğmuş büyümüş, birkaç sene firesi varmış, o yılları da Amerika'da geçirmiş. Lakabı Amerikalı, her otel, çay bahçesi, restoran onun tanıdığı. Anlaştık ve yolculuğa başladık. Kendini az bile anlatmış, her köşkte, her sokakta, kim oturuyormuş, başına ne gelmiş, kime satmış, neden satmış, ne kadara satmış hepsini biliyor. Dikkatlice dinliyorduk onu, hayranlıkla seyrediyorduk etrafı. Bir tabelaya odaklandım bir anda Reşat Nuri Güntekin bu evde yaşamıştır yazıyordu, daldım gittim uzaklara. Belki ben de bir gün buralarda yaşar, bu havanın, bu manzaranın etkisiyle güzel şiirler, denemeler yazardım. Bu arada unutmadan, Lefter'e de bir selam verdim kabristanın önünden geçerken. Dikkatimi çekmeyi başaran bir yer daha oldu; Mason araştırmalarımda hep karşıma çıkan tek göz simgesinin bulunduğu beyaz köşk. Çatının tam ortasındaki bu simge o evi diğerlerinden daha havalı kıldı gözümde.
Amerikalı bizi çukurlara soka çıkara tepelere çıkarmayı başardı, keşke Aya Yorgi'ye kadar çıkması yasak olmasaydı da ben de o yolu yürümeseydim. Yürümek de değil, resmen tırmanmak. Burayı görmeniz lazım dedi, Büyükada'ya gelip Aya Yorgi Manastırı'nı görmeden dönmek olmazmış. Kan revan içinde bitirdiğimiz yolun sonunda mükemmel bir kiliseye girdik. İstanbul'da yaşayıp burayı bilmeyen varsa ilk fırsatta gidip görmeli. Mumlar diktik, dilekler diledik, yasak olmasından dolayı gizlice fotoğraflar çektik, kendimize ait bir şeyler bırakarak şükredip dualar ettik. İnerken gözüme çarptı bir ağaçtan diğerine bağlanmış ipler, bazılarını takip edemedim, yol kenarında boylu boyunca gerilip bağlanmış bir yerlere. Eve gelince biraz araştırıp öğrendim, kısmetin açılması için bağlanıyormuş.
Dakikalarca yürüyüp yokuşun sonuna geldiğimizde Amerikalı bekliyordu bizi, şimdi gidip birer çay için şurada dedi. Yorgunluğumuzu fark etti demek ki. Anlata anlata bitiremem adamı, atlarıyla fotoğraflarımızı bile çekti. Hem de bir poz çekip sıkılanlardan değil, biz tamam diyene kadar bir sağdan bir soldan çekiyor yaşlı delikanlı.
Dönüş yolunda nerede akşam yemeği yiyebileceğimizi öğrendik ondan, bir daha ki gelişimiz için cep telefonunu aldık, borcumuzu ödedik ve vedalaştık. Deniz kenarından mükemmel sohbet ile geçen akşamın ardından da motorla Bostancı'ya döndük. Hava, huzur, güneş, şans yanımızdaydı, daha güzel bir Cumartesi olamazdı.
Bu arada hasta olmaktan korkup o güzel külahlarla dondurma yiyemedim ama o tarçınlı lokmalardan elbette mideye indirdim, canınız çekmesin diye uzun uzun anlatmıyor, ada turunu herkese tavsiye ediyorum.


13 Mart 2012 Salı

Takım Ada

Sakin bir meşe gövdesine yaslanmış, yalnızlığıma dalga sesleriyle son vermeye çalışıyordum. Kıtadan ayrılalı çok olmuş, beklentiler sona ermiş sadece tecrübeler var avuçlarımda. Korktuğum karanlığı arar olmuşum çakıl taşlarının ayaklarıma battığı yollarda. Ümidi, dudaklarım kupamda sıcak çikolata içerken daldığım hüzünlü bir çocuk portresinde bırakmış, benimle gelmek istediğini anlayamamışım.
Sessizliğime son vermek istercesine kendime bir tokat atmışım, nafile. Çığlıklarım korku dolu nefes sesimin üzerini örtememiş, yastığımı enseme yerleştirip bulutların şekline dalıvermişim.
Yaktığım mum aydınlatmaya başlamış etrafını, geçmiş saatler yine farkına varmadan, götürmüş yine beni aslında olmayı pek de istemediğim kalabalıklara. Fitilin bir sağı bir solu görünür olmuş, rüzgâr estikçe yüzüme çarpan kum taneleri, ben de buradayım diyen gerçeklerimmiş meğer.
Loş mum ışığıyla aydınlanmış toprağa yansıtmışım hayallerimi, eski zamanların televizyonları gibi, renksiz ve karıncalanmış. Ailesinin aceleci bakışları önünde hangi oyuncağı seçeceğini bilemeyen bir çocuğun serzenişleri gibiyim, korkulu olduğum kadar kararsızım da.
Bu ıssız adaya düşmeyi neden istemiştim acaba, Pazar alanını anımsatan o boş kalabalık bu kadar mı tırmalamıştı beynimi, bedenimi. Kaçıp kurtulmanın başka yolu yok muydu, bilemiyorum. Yaparım deyip yapmadıklarımı aslında yapabileceğimi göstermek istemiştim belki de. Üstesinden de gelmiştim birçok zorluğun, kolay değildi ormanın kuytu karanlıklarında sabaha uyanabilecek miyim korkusuyla uyumak, evde sevgiyle yapılmış yemekleri hayal ede ede burada aç kalmak. Annemin soğan kokuyor diye kendimden uzak tuttuğum o ellerinin kokusunu bile özlemiştim. Kıymet bilmiyor insan, eleştiriler bitmek bilmiyor, sıkıca sarılmadan önce kaybetmek mi gerekiyor?
İçimdeki çocuğu hiç çıkarmadım uzaklarda, her zamanki gibi korktum, düşecek, incinip kırılacak diye. Çıkamadı dışarı bağdaş kurup oturdu, kaderine mahkûm oldu. O küçüktü yalnızlıkla tanışıklığı yeniydi, izin vermedim beni tanımasına, biliyorum üzülürdü. Belki bir gün geri dönerim dediğim günlerde, denizlerin göbeğinde hiç tanışamadı benimle.
Ben düşüncelerle boğuşurken birden sinsice üzerime düşen damlaları hissettim. Aç bir dilencinin açtığı ellerinden daha istekliydi havaya kaldırdığım ellerim. Suya bile göstermediğim bedenim ıslanmayı özlemişti, Melih Kibar’ın sevdiğim bir bestesi çalıyordu sanki fonda. Tenimi heyecanlandıran her damla coşku aşılıyordu, başımın tepesinden ayaklarımın ucuna doğru iniyordu enerji. Yağmurun bitmesiyle koştuğum deniz uyur gibi sessiz duruyordu, bir mesaj verir gibiydi.
Belki de şimdiki hayatımı söylemeye çalışıyordu, sen susanlara aldırma yoluna bak diyordu. Gerçeğimden kopup ufacık bir ada olmuştum fakat benzerlerimi bulmuştum. Ağlayan bulutlarla, uyuyan denizle, ormanın sessizliğiyle, bir çocuğun serzenişleriyle ve annemin elleriyle takımada olmuştuk zamanla…

16 Şubat 2012 Perşembe

Hayat ve Duvar

    Duvarlar insanlardan uzaklaşmamızı, gerçeklerden kaçmamızı sağlarlar. Sadece gölgemizden kaçamayız, kıskıvrak yakalar ve kavrar bedenimizi. Bazılarımız kimselere güvenemem diyerek duvarlarını elleriyle ördüğü hücresinden bakar hayata. Hissiyatı sızdırmayan, çok kalın fakat görünmez olan bu duvarlar; güneşi, güzellikleri hatta sevdiklerini göstermez insana.

     Duvarları yıkamayan hayat nefes alamamaya, boğulmaya ve isyan etmeye başlar. Boğazına takılan şüphe kendisini sorgulamasına sebep olur: Neden ben? Acaba yaşadıklarım gerçek mi? Yoksa hafızam bilincime isyan edip kendi istediği bir tarihi mi yaşatmaya başladı bana?

     Aşka gelecek olursak; bir duvarın ayırdığı iki insandır bazen aşk. Zamanı gelirse eğer yıkılır duvar. Taraflar sınırları ihlal etmeye başlar, ardından el ele verip diğer duvarlarla savaşırlar. Aslında amaçları savaş değil, sadece var olmaya çalışmaktır. Aşık olunan kişi suç ortağıdır aynı zamanda, suçluluk duyduğunda ondan bile kaçarsın duvarlar ardına. Ardına bakmadan koşarsın... Bazen yeni duvarlara çarpar, bazense geri adımlar atarsın. Suç bulaştıysa bir kere kanına, fazla uzaklaşamazsın.

     İstersin, özgürlük istersin, tadı damağında kalacak bir hayat yaşamak istersin. Her istek özgürlük getirmez ama istemek özgürlüğün tanınması ve peşine düşülmesi yolunda bir deneyimdir, başardıkça istemeye devam edersin.


3 Ocak 2012 Salı

Kader

Büyük konuştuklarını yaşatır insana kader,
Olmaktan korkmazsın derbeder,
Uzak durman gereken;
Güvensizliktir, insanı kahreder.
İmkansız sandıklarını yaşatır kader,
Bitmez sanmıştın oysa dertler,
Kaçacak delik aramayı bırak,
Yaşa mutlulukları teker teker...
Gözlerinin içi gülüyorsa eğer,
Kaderi değiştirmek dünyaya değer.
Bırak kalemi kağıdı bir kenara,
Hesap yapmadan çıksana yola,
Seslenişlere kulak ver,
Unutma; seveni herkes sever...