2 Nisan 2012 Pazartesi

Büyükada




Bu hafta sonu ne yapsak sorusu birden aklımda bir ışık yaktı, adalara gidelim dedim. Havalar yeni yeni ısınıyor, diğer adalar istediğim kadar renkli olmayabilir diye de Büyükada'yı görmek istedim. Nasıl olsa orada yaz kış hayat var, renk var, huzur var. Yoruyor İstanbul gürültüsü, hiç değilse Cumartesi yakın ama uzak bir yere gitmek istiyor insan. Başka zaman gideriz demedik, üşenmedik bu sefer, kendimize uygun bir sefer bulma ümidi ile Bostancı iskelesine yürüdük. Motorda başladı heyecan, çay bardaklarımız bile sarılmıştı birbirlerine, rüzgar üşütmüyordu avuçlarımızın içini. Heybeli'ye uğrayan motor bizi ayaklandırdı, fotoğraf makinelerimiz elimizde sallana sallana güzellikleri yakalamaya çalıştık, hayat boyu bizde kalsın istiyorduk bu kareler, bakıp bakıp mutlu olmak istiyorduk.
Rengarenk bilekliklerin, minik çiçek motifleriyle süslenmiş taçların arasından Büyükada'ya adım attık. Burnumda taze külah kokusu ve gözüme takılan rengarenk külahlar. Birinin üstü şekerlemelerle dolu, diğerininki ise fındık fıstık ile. Kendimi frenlemeye çalışırken görmemem gereken bir adama takıldı gözüm, elinde süzgeciyle lokma kızartan lokmacı amca. Yine dur dedim kendime, hepsinden yiyeceksin sabret.
Midem ile kafayı bozmama az kalmıştı ki at gübresi imdadıma yetişti, o nasıl bir koku. Adanın dört bir yanı atlarla dolu, faytonlarla sağlanıyor ulaşım. Biraz yürüyüş yaptıktan sonra faytonlu bir ada turu şart dedim içimden. İskenderun'da geçen 4-5 senemde sevdim faytonu, pek bir nostaljik gelir bana. Ben bunları düşünürken meydana kadar yürümüş olduk, esnaf her zamanki gibi kapı önlerinde, birbirleriyle sohbette. Antikacıya girelim dedik, farklı bir şeyler bulma ümidi ile. Adada boşaltılan yalılardan, köşklerden, Rum evlerinden çıkan malları satıyor kazıkçı amca. Biraz pazarlık sonunda çok zarif rakı bardakları ve çekmecede saklamalık çatal bıçak seti aldık. Kutusunu açıp açıp seyredeceğiz sanıyorum.
Elimde fotoğraf makinem, gözümde güneş gözlüğüm, sadece başımda tacım eksikti. Beğendiğim renkleri aradım tezgahta, pembe ve beyazı bir arada görünce atladım hemen, taktım başıma ve ben de diğerleri gibi prensese dönüşüverdim bir anda. Meydanda ünlü bir kedi var, birkaç aydır oradaymış ve hiç kıpırdamadan dururmuş. Yerde yüzüstü uzanmış, biblodan farkı yok. Onu her açıdan çekmek isterken rüzgar uçurdu tacımı, yokuş aşağı sürüklendik birlikte. Tacım önde, bense koşa koşa ardında.
Kavuşma anımızda önümde bir fayton duruyordu, ne kadara ada turu yaptığını sorduk, fiyatı kabul etmemiz için biraz kendisini övdü tabi. Adada doğmuş büyümüş, birkaç sene firesi varmış, o yılları da Amerika'da geçirmiş. Lakabı Amerikalı, her otel, çay bahçesi, restoran onun tanıdığı. Anlaştık ve yolculuğa başladık. Kendini az bile anlatmış, her köşkte, her sokakta, kim oturuyormuş, başına ne gelmiş, kime satmış, neden satmış, ne kadara satmış hepsini biliyor. Dikkatlice dinliyorduk onu, hayranlıkla seyrediyorduk etrafı. Bir tabelaya odaklandım bir anda Reşat Nuri Güntekin bu evde yaşamıştır yazıyordu, daldım gittim uzaklara. Belki ben de bir gün buralarda yaşar, bu havanın, bu manzaranın etkisiyle güzel şiirler, denemeler yazardım. Bu arada unutmadan, Lefter'e de bir selam verdim kabristanın önünden geçerken. Dikkatimi çekmeyi başaran bir yer daha oldu; Mason araştırmalarımda hep karşıma çıkan tek göz simgesinin bulunduğu beyaz köşk. Çatının tam ortasındaki bu simge o evi diğerlerinden daha havalı kıldı gözümde.
Amerikalı bizi çukurlara soka çıkara tepelere çıkarmayı başardı, keşke Aya Yorgi'ye kadar çıkması yasak olmasaydı da ben de o yolu yürümeseydim. Yürümek de değil, resmen tırmanmak. Burayı görmeniz lazım dedi, Büyükada'ya gelip Aya Yorgi Manastırı'nı görmeden dönmek olmazmış. Kan revan içinde bitirdiğimiz yolun sonunda mükemmel bir kiliseye girdik. İstanbul'da yaşayıp burayı bilmeyen varsa ilk fırsatta gidip görmeli. Mumlar diktik, dilekler diledik, yasak olmasından dolayı gizlice fotoğraflar çektik, kendimize ait bir şeyler bırakarak şükredip dualar ettik. İnerken gözüme çarptı bir ağaçtan diğerine bağlanmış ipler, bazılarını takip edemedim, yol kenarında boylu boyunca gerilip bağlanmış bir yerlere. Eve gelince biraz araştırıp öğrendim, kısmetin açılması için bağlanıyormuş.
Dakikalarca yürüyüp yokuşun sonuna geldiğimizde Amerikalı bekliyordu bizi, şimdi gidip birer çay için şurada dedi. Yorgunluğumuzu fark etti demek ki. Anlata anlata bitiremem adamı, atlarıyla fotoğraflarımızı bile çekti. Hem de bir poz çekip sıkılanlardan değil, biz tamam diyene kadar bir sağdan bir soldan çekiyor yaşlı delikanlı.
Dönüş yolunda nerede akşam yemeği yiyebileceğimizi öğrendik ondan, bir daha ki gelişimiz için cep telefonunu aldık, borcumuzu ödedik ve vedalaştık. Deniz kenarından mükemmel sohbet ile geçen akşamın ardından da motorla Bostancı'ya döndük. Hava, huzur, güneş, şans yanımızdaydı, daha güzel bir Cumartesi olamazdı.
Bu arada hasta olmaktan korkup o güzel külahlarla dondurma yiyemedim ama o tarçınlı lokmalardan elbette mideye indirdim, canınız çekmesin diye uzun uzun anlatmıyor, ada turunu herkese tavsiye ediyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder